29 Nisan 2013 Pazartesi

Cezaevinden Muştu Almak

Arkadaş adreslerinde eskiden
İncecik ve güzel şeyler vardı
Gençliğimize ve geleceğimize dair
Sözgelimi, bir Aybastı sokağı
Ve altında bir şehir

Oysa şimdi öyle değil
Düşünüyorum da günlerden beri
Nasıl düşürülmüş olabilir
Arkadaş adlarının yanına
‘Kapalı’ ve ‘koğuş’ sözcükleri

( Arkadaş Adresleri - Abdulkadir Bulut )

Bitli nezarethanelerde ve temerküz kamplarını andıran 12 Eylül işkencehanelerinde kaldım; ancak cezaevinde hiç kalmadım.

Kulakları çınlasın, Kırşehir’in Kürt köylerinden ( Kırşehir’de Çöl Köyleri diyorlardı.)

Gözüm Hüseyin bana bakar bakar: ’ Ğoca, cezaevi tam senin yerin, okur  yazarsın durmadan.’derdi kırık dökük Türkçesiyle.

İşten güçten, zamandan ve kentten bunalınca:  ‘Beni de tutuklasalar da söyle biraz başımı dinlesem.’derim.

Benim isteğimle değil ki; başımı dinleyecek olanağım olmadı hiç.

Biliyorsunuz artık.  Çağdaş Hukukçular Derneği başkanı da dâhil olmak üzere bir grup avukat arkadaşımızı 2013’ün Ocak’ında tutukladılar.

Tutuklamalardan on beş gün önce,  Ankara’da derneğin genişletilmiş yönetim kurulu toplantısı vardı.

Toplantıya ben de Çağdaş Hukukçular Derneği Antalya Şubesi Başkanı sıfatıyla katılmıştım.

Genel Başkanımız Sevgili Selçuk:’ Ha gayret! Biraz daha yüklenirsek, bizden de bir örgüt yaratırlar.’demişti o toplantıda. Şom ağızlı ne diyeyim, aradan on beş gün geçmeden, Çağdaş Hukukçular Derneği’nden de bir örgüt yarattılar.

Tutuklamalardan yaklaşık on beş gün sonra, üşenmedim, kalktım kadın avukat arkadaşların tutuklu bulundukları Bakırköy Kadın ve Çocuk Cezaevi’ne gittim.

Önce Ebru’yla görüştüm. Bilenler bilir, Ebru’yla biz, yirmi yıl arayla dünyaya gelmiş olsak da aynı mahalledeniz.

Tam bir üniversite olan o mahallenin ‘tedrisat’ından önce ben geçtim. Sonra Ebru geçmiş.

Önceleri de çok yazdım. Yinelememde hiçbir sakınca yok. O mahalle kanıma girdi benim. Kitap okumayı o mahalle öğretti bana, o mahalle yüzünden şiire bulaştım, o mahalle yüzünden işkence gördüm.

Melih Cevdet Anday’ın o güzel şiiriyle söylersem o mahalle yüzünden ;’Rahatı Kaçan Ağaç’ oldum.

Önce derneği, soruşturma dosyasını ve memleket hallerini… konuştuk.

Hadi konuyu değiştirelim, başka şeyler konuşalım dedim.

Ebru’nun da tanıdığı, çocukları mülteci olmak zorunda kalmış, çocukluğumun kapı komşusu Sultan Abla’nın öldüğü söyledim. Gözleri doldu.

Bu defa Ebru konuyu değiştirdi:’ Keşke sen burada olsaydın, iki gün burada kalsaydın, ne öyküler çıkarırdın, geleneksel giysileriyle Kürt anneleri var burada; yarı çıplak giysileriyle seks işçileri, uyuşturucudan alınmış süslü püslü genç kızlar, her biri ince uzun ve güzel siyahî genç kızlar, bir de o onurlu duruşuyla Zeynep Kuray!’…

Güldüm, hepsine ayrı ayrı selam söyle dedim; bir de Zeynep’e!

Sonra Betül geldi. Sarıldık. Halleştik, dertleştik.



Burada araya giriyorum.
’Bir Zamanlar Anadolu’da öğretmen olduğumu ve Kırşehir Hacı Fatma Erdemir Anadolu Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği yaptığımı biliyorsunuz.

Aradan zaman geçti, öğrencilerim büyüdüler,  kocaman insanlar oldular.

Öğrencilerimle hiç ummadığım yerlerde karşılaşıyorum artık.

Çok sevdiğim, öğretmenlik günlerimde o yaşta dahi kitaplar üzerinden dostluğumuzun geliştiği, sonra büyüyüp kocaman insan olunca dostluğumuzun pekiştiği Ülkü,  Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Merkezi yöneticisi şimdi.

Kitaplardan sonra yollarımız burada da buluştu.

Betül dedi ki:’İki gün önce öğrencin Ülkü’nün bebeği dünyaya geldi.’

Gözleri ışıl ışıldı. Gözlerim ışıl ışıl oldu.

Başka bir şey demedik.

Söz boğazımıza düğümlendi Kucaklaştık.

Herkese selam dilekleriyle ayrıldık.
Hayat nasıl bir şey böyle?
Ben dışarıdan cezaevine ölüm haberi götürdüm.

Cezaevinden ise yaşamın güzelliğini muştulayan bebek haberi aldım.

Ne diyeyim?

‘Hoş geldin bebek!’

Ama dünyalar güzeli annenin öğretmeni olarak dileğim;  hiç acı yaşama bebek,  aşk acısından başka!

‘Hoş geldin bebek!’

 


Tenle Can Arasında

Ben de var oldum bütün bu nesneler arasında
su gibi, ağaç gibi,  kuş gibi gerçek.

Kimi kanatlar öptü, kimi ayaklar alnımdan,
ya sevinçten içerim pır pır ya korkudan benzim uçuk
Titredim karşısında varlığın gün gün saat saat
taşlar arasında ben yüce, düşler arasında ben küçük
Bütün değişimlerin durdum eşiğinde uykusuz
bir yüzüm gecelerden içeri, bir yüzüm tanları açık
Ve tenle can arasında mevsimler boyu
bir elim çöl, bir elim çiçek.
                  …
( Kimlik – Sait Maden )
                            
                              
Hayatın telaşı, günlerimin üzerine karabasan gibi çökmeden, yerli sinemayı günü gününe izledim neredeyse?

Dününü okudum, gününü izledim, geleceğine ilişkin öngörülerde bulundum.
Yabancı sinemayı ise pek sevmedim.
Bir gün bir dostum, kolumdan tuttu, yeter bu kadar hayatın telaşı içinde debelenmek,  dedi ve beni sinemaya götürdü.
Filmin adını şimdi anımsamıyorum. Siyahî olmasına karşın, nasılsa dünyaya ten rengi beyaz gelmiş yaşlı bir bilim insanının öyküsünü anlatıyordu film.

Film, bir şikâyet üzerine ırkçılık yaptığı gerekçesiyle hakkında soruşturma başlatıldığının vurgulandığı bölümle başlıyordu. Sonra geriye dönüşlerle devam ediyordu.

Gençlik yıllarında bir beyazla ‘çıkıyorlar’; günü geldiğinde ‘sevgilisi’ o zamanlar üniversite öğrencisi olan kahramanımızın ailesiyle tanışmak istiyordu. Aşk bu, bir koşu, siyahîlerin yaşadığı mahalleye gidiyorlardı.

Ailenin siyahî olduğunu gören beyaz sevgili kahramanımızı o anda terk ediyordu.
Kahramanımız bilim adamı olmaya karar veriyor, bir üniversiteye giriyor, siyahî olduğunu gizliyor, yeteneğiyle sıyrılıyor, profesör oluyordu.

Üniversiten bir başka beyaz bilim insanıyla, yine siyahî olduğunu gizleyerek, evleniyordu. Ama karısının bütün ısrarlarına karşın, çocuk yapmayı kabul etmiyordu.

Nedenini yalnızca kendisi biliyordu. Bebek dünyaya geldiğinde, genetik aktarımdan ötürü, kendisinin siyahî olduğu anlaşılacaktı.

Hayatın bir ironisi gibi,  kahramanımız bu ırkçılık suçlamasına dayanamayacak, kalp krizi geçirecek, çocuksuz bir biçimde yeryüzünü terk edecekti.
Artık yazdıklarımdan, yazdıklarımın toplamından, yazamadıklarımdan, ‘Alevi’ olarak bu dünyaya merhaba dediğimi, bir Alevi mahallesinde büyüdüğümü… bilirsiniz.
Artık o mahallede yaşamıyorum. O mahalleye uzak bir kentte yaşıyorum.

Annem hâlâ orada yaşıyor. Geçenlerde, evlat hasretine dayanamayıp onca yolu tepip bize geldi.

Havaalanından aldım. İlk sözü:  ’Oğlum, bu uçaklar ne rahatmış.’ oldu.

Gözlerindeki bir oğlu görmenin müthiş ışıltısını gördüm o anda.

Ehh… durur muyum ben de, öptüm annemi, göbeğine pat pat vurdum, şımardıkça şımardım.

( Böylesi zamanlarda oğlum: ’Baba,  babaannem gelince sana bir şeyler oluyor.’ diyor.)  
Annem geldi dedim ya. Yığınla öykü getirdi oralardan. Hiç bıkmadan, her birini en az beş kez anlatıyor.
Bense size annemin anlattıklarından yalnızca birini anlatacağım.
Geçenlerde ülkemizde hâlâ süren, anlamsız savaşta mahallemizden bir jandarma üsteğmen Hatay’ın Amanos Dağları’nda hayatını kaybediyor.

Ailesi,  annemin evinin hemen karşısında oturuyor. Gerisini annem anlatsın:’ Oğlum bir baktım, eve bayrak asmışlar, evin önü bir kalabalık bir kalabalık. Her taraf asker dolmuş. Ben de gittim. Diğer komşular da geldi. Annesine sarıldım. Ağladık. Tüm mahalle ağladı. Ciğerim parçalandı. Gencecik çocuk, yazık, günah!’
Yazık, günah; sözün özü buydu aslında…
Dini töreni Cemevi’nden mi yaptılar, diye sordum.

Yok, oğlum, camiye götürdüler dedi.
Neden dedim.
Anlattı.
Aile kendi arasında dini törenin nerde yapılması gerektiğini tartışmış, sonunda hayatını kaybeden gencecik askerin ‘Alevi’ olduğunu gizlediğini düşündüklerinden ya da öğrendiklerinden, camide tören yapmaya karar vermişler.
Anlattıkları bu kadar.
Anlatacaklarım bu kadar.