Babam,
o saati bilir, hele susun ,radyoyu verin, Kürtleri dinleyelim der,
radyoyu alır, kısa dalgada bir süre gezinir, radyodan cızırtılı bir
sesle stranlar, klamlar yükselir, tüm misafirler kulak kesilir, babamın
ve annemin gözleri dolardı. Biz,anlamadığımız bir dilden söylenen bu
şarkılara babamın, annemin ve
yaşlı konuklarımızın neden ağladıklarını anlamazdık. Devir Cem Karaca ve
Barış Manço devriydi. Biz onların şarkılarını bilir, söyler, saçları
uzun abilerimize özenirdik.
Bakmayın
girişte stran ve klam sözcüklerini kullandığıma, o yıllarda bu
sözcükleri de bilmezdim. Ne zaman ki “Kürt realitesi”, sağ olsunlar
“büyük”lerimizce tanındı, ondan sonra oluşan yayın furyasından sonra
öğrendim bu sözcükleri. Yine, ondan sonra öğrendim bu radyonun Erivan’da
yayın yapan bir Kürt radyosu olduğunu ve onlarca Kürt sanatçı
yetiştirdiğini.
O
yıllar büyülü yıllardı. Kısa zamanda devrim olacak, herkes refaha
ulaşacak, kardeş kavgasına nihayet olacaktı. Bu büyüdendir ki daha on
beşine gelmeden solcu olmuş, sokaklarda bağıra çağıra dergi satmış,
duvarlara yazı yazmış, dayak yemiş, dayak atmış ,kurşun yağmuruna
tutulmuştu(k)m.
O yıllarda, bir
de o günlerdeki TKP’nin yayın organı olan Bizim Radyo vardı. Merkezi
Doğu Almanya’da olup kısa dalgadan yayın yapardı. Ehh!...Biz solcu
olunca evde pek çok şey değiştiği gibi, dinlenen radyo da değişmiş,
babamın dinlediği radyonun yerini artık bizim dinlediğimiz Bizim Radyo
almıştı.
Bizim
Radyo, yalnızca resmi yayın organlarının egemen olduğu siyah beyaz bir
dünyada, alternatif bir ses olması nedeniyle bizim için bulunmaz bir
nimetti. Hiç bilinmeyen, duyulmayan, resmi basının sansürlediği
haberleri sunar, güncel olayları yorumlardı. Bir de resmi yayın
organlarında asla yayımlanmayan türküler-şarkılar yayımlanırdı. Aşık
Mahzuni, Aşık Zamani, Ozan Emekçi... türküleri yayımlanan anımsadığım
isimler.
Sonra
darbe oldu biliyorsunuz. Solhayatımız durdu. Bu yıllarda,Bizim Radyo
yine can simidimizdi. Öğrenci yurdunun kuytu odalarında, cızırtılı
radyolarımızı kurcalar, Bizim Radyo’yu bulur, döneme ilişkin bilgiler
edinmeye çalışırdık. Sol grupların dergilerle, teksir makinelerinde
çoğaltılmış, kötü saman kağıtlara basılmış bildirilerle insanlara ulaşma
yolları tıkanmıştı. Bu dönemde, duvarlara, elektrik direklerine,
trafolara...Bizim Radyo’nun frekansı da verilerek, Bizim Radyo’yu
dinle-dinlet, yazılarının yazıldığını hatırlıyorum.
Sonra
darbenin ve hayatın ağırlığı çöktü. Bizim Radyo’ya ne oldu
bilmiyorum.(Çok sonraları Sovyetler ve TKP’deki dönüşüme paralel
olarak,Bizim Radyo’nun kapatıldığını öğrendim.)
Yıllar aktı. Şair oldum. Babamın sonradan öğrenip bize ana dili olarak öğrettiği kardeş dilden şiirler, denemeler, öyküler yazdım. Kitaplarım yayımlandı. Babamın unuttuğu dile hiç dönmedim, dönemedim.
Kardeş dilin aşkına düştüm, ondaki büyüyü, tınıyı,sesi... yakaladım. Bu
dilde düş gördüm. Bu dilde sevgilimi sayıkladım. Bu dilde aşık oldum.
Bu dilde aşk şiirleri yazdım. Bu dilde bir şiirimde: “Seninle keder de güzel.” dedim.
Yıllar
aktı. Meslek değiştirip Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni iken, avukat
oldum. Serde solculuk var ya, sanatçı aydın olmalı düşümüz de var ya,
muhalif olup da kimin canı yandıysa gücüm yettiğince imdadına koştum.
Sonra, her zaman avukatı olmaktan onur duyduğum Eğitim-Sen’in Antalya Şubesi’nin avukatı oldum.( Fakir Baykurt, TÖS’ün niçin başkanı olduysa, ben de onun için bu sorumluluğu yüklendim.)
Yıl
2002’ydi. Antalya’nın Finike ilçesine sendikanın bir eyleminden ötürü
yargılanan öğretmenleri savunmak üzere, sendikanın yönetim kurulu
üyeleriyle gittik. Dönüşte babasını kaybeden bir üyemizi de ziyaret etmek üzere, bir dağ köyüne saptık.
Köye
ulaştık. Baş sağlığı diledik. Köylülerle sohbet ettik. Ama en ilginç
sohbet, öğretmen arkadaşımızla olmuştu. Öğretmen arkadaşımız 12
Eylül’den sonra bir şekilde bu dağ köyüne sığınmış, zorunlu olmadıkça
ilçeye-kente inmemişti. Kulaklarını, ülkede yaşanan her şeye tıkamıştı.
”Yaşamak, böyle daha kolay.” diyordu. ”Hiçbir şeyi duymuyorsun.Yalnızca
gökyüzü, dağ,köylüler ve öğrenciler var...; bir daha o günler
mi,tövbee...” diyordu.
Kalktık.
”Beni de geçerken diğer köye bırakır mısınız?” dedi sevgili
öğretmenimiz. Kalanlara “Hoşça kalın.” dedik. Öğretmenimi arabama aldım.
Yanıma ön koltuğa oturdu. Arabamı çalıştırdım. Arabamı çalıştırdığım
gibi, arabanın radyosu da otomatik olarak devreye girdi. Yayına yeni
başlamış özel radyolardan birinden: ”Oy dere Kızıldere/Böyle akışın nere?/Bizde hal mı bıraktın?/Sana can vere vere...” sözleriyle Kızıldere türküsü başladı. Öğretmen arkadaş bana döndü, şaşkınlıkla:”Avukat bey bu Bizim Radyo mu?” diye sordu.
Yanıt vermedim. Öylece kalakaldım.
Yıllar öyle derin akmıştı ki.