2 Kasım 2013 Cumartesi

Bizim Radyo

Altmışlı yılların sonları  ile yetmişli yılların başlarında, hani bizim oralarda henüz televizyonun olmadığı günlerde, akrabalar, konu komşu bize misafirliğe gelir, çay demlenir; ceviz, pestil,orcik,dut kurusu... ortaya konur, misafirlere ikram edilir, bir yandan da sohbet edilirdi.

Babam, o saati bilir, hele susun ,radyoyu verin, Kürtleri dinleyelim der, radyoyu alır, kısa dalgada bir süre gezinir, radyodan cızırtılı bir sesle stranlar, klamlar yükselir, tüm misafirler kulak kesilir, babamın ve annemin gözleri dolardı. Biz,anlamadığımız bir dilden söylenen bu şarkılara  babamın, annemin ve yaşlı konuklarımızın neden ağladıklarını anlamazdık. Devir Cem Karaca ve Barış Manço devriydi. Biz onların şarkılarını bilir, söyler, saçları uzun abilerimize özenirdik.

Bakmayın girişte stran ve klam sözcüklerini kullandığıma, o yıllarda bu sözcükleri de bilmezdim. Ne zaman ki “Kürt realitesi”, sağ olsunlar “büyük”lerimizce tanındı, ondan sonra oluşan yayın furyasından sonra öğrendim bu sözcükleri. Yine, ondan sonra öğrendim bu radyonun Erivan’da yayın yapan bir Kürt radyosu olduğunu ve onlarca Kürt sanatçı yetiştirdiğini.

O yıllar büyülü yıllardı. Kısa zamanda devrim olacak, herkes refaha ulaşacak, kardeş kavgasına nihayet olacaktı. Bu büyüdendir ki daha on beşine gelmeden solcu olmuş, sokaklarda bağıra çağıra dergi satmış, duvarlara yazı yazmış, dayak yemiş, dayak atmış ,kurşun yağmuruna tutulmuştu(k)m.

O yıllarda,  bir de o günlerdeki TKP’nin yayın organı olan Bizim Radyo vardı. Merkezi Doğu Almanya’da olup kısa dalgadan yayın yapardı. Ehh!...Biz solcu olunca evde pek çok şey değiştiği gibi, dinlenen radyo da değişmiş, babamın dinlediği radyonun yerini artık bizim dinlediğimiz Bizim Radyo almıştı.

Bizim Radyo, yalnızca resmi yayın organlarının egemen olduğu siyah beyaz bir dünyada, alternatif bir ses olması nedeniyle bizim için bulunmaz bir nimetti. Hiç bilinmeyen, duyulmayan, resmi basının sansürlediği haberleri sunar, güncel olayları yorumlardı. Bir de resmi yayın organlarında asla yayımlanmayan türküler-şarkılar yayımlanırdı. Aşık Mahzuni, Aşık Zamani, Ozan Emekçi... türküleri yayımlanan anımsadığım isimler.

Sonra darbe oldu biliyorsunuz. Solhayatımız durdu. Bu yıllarda,Bizim Radyo yine can simidimizdi. Öğrenci yurdunun kuytu odalarında, cızırtılı radyolarımızı kurcalar, Bizim Radyo’yu bulur, döneme ilişkin bilgiler edinmeye çalışırdık. Sol grupların dergilerle, teksir makinelerinde çoğaltılmış, kötü saman kağıtlara basılmış bildirilerle insanlara ulaşma yolları tıkanmıştı. Bu dönemde, duvarlara, elektrik direklerine, trafolara...Bizim Radyo’nun frekansı da verilerek, Bizim Radyo’yu dinle-dinlet, yazılarının yazıldığını hatırlıyorum.

Sonra darbenin ve hayatın ağırlığı çöktü. Bizim Radyo’ya ne oldu bilmiyorum.(Çok sonraları Sovyetler ve TKP’deki dönüşüme paralel olarak,Bizim Radyo’nun kapatıldığını öğrendim.)

Yıllar aktı. Şair oldum. Babamın sonradan öğrenip bize ana dili olarak  öğrettiği kardeş dilden şiirler, denemeler, öyküler yazdım. Kitaplarım yayımlandı. Babamın unuttuğu dile hiç dönmedim,  dönemedim. Kardeş dilin aşkına düştüm, ondaki büyüyü, tınıyı,sesi... yakaladım. Bu dilde düş gördüm. Bu dilde sevgilimi sayıkladım. Bu dilde aşık oldum. Bu dilde aşk şiirleri yazdım. Bu dilde bir şiirimde: “Seninle keder de güzel.” dedim.   

Yıllar aktı. Meslek değiştirip Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni iken, avukat oldum. Serde solculuk var ya, sanatçı aydın olmalı düşümüz de var ya, muhalif olup da kimin canı yandıysa gücüm yettiğince imdadına koştum.

Sonra, her zaman avukatı olmaktan onur duyduğum  Eğitim-Sen’in Antalya Şubesi’nin  avukatı oldum.( Fakir Baykurt, TÖS’ün niçin başkanı olduysa, ben de onun için bu sorumluluğu yüklendim.)

Yıl 2002’ydi. Antalya’nın Finike ilçesine sendikanın bir eyleminden ötürü yargılanan öğretmenleri savunmak üzere, sendikanın yönetim kurulu üyeleriyle  gittik. Dönüşte babasını kaybeden bir üyemizi de ziyaret etmek üzere, bir dağ köyüne saptık.

Köye ulaştık. Baş sağlığı diledik. Köylülerle sohbet ettik. Ama en ilginç sohbet, öğretmen arkadaşımızla olmuştu. Öğretmen arkadaşımız 12 Eylül’den sonra bir şekilde bu dağ köyüne sığınmış, zorunlu olmadıkça ilçeye-kente inmemişti. Kulaklarını, ülkede yaşanan her şeye tıkamıştı. ”Yaşamak, böyle daha kolay.” diyordu. ”Hiçbir şeyi duymuyorsun.Yalnızca gökyüzü, dağ,köylüler ve öğrenciler var...; bir daha o günler mi,tövbee...” diyordu.

Kalktık. ”Beni de geçerken diğer köye bırakır mısınız?” dedi sevgili öğretmenimiz. Kalanlara “Hoşça kalın.” dedik. Öğretmenimi arabama aldım. Yanıma ön koltuğa oturdu. Arabamı çalıştırdım. Arabamı çalıştırdığım gibi, arabanın radyosu da otomatik olarak devreye girdi. Yayına yeni başlamış özel radyolardan birinden: ”Oy dere Kızıldere/Böyle akışın nere?/Bizde hal mı bıraktın?/Sana can vere vere...” sözleriyle Kızıldere türküsü başladı. Öğretmen arkadaş bana döndü, şaşkınlıkla:”Avukat bey bu Bizim Radyo mu?” diye sordu.

Yanıt vermedim. Öylece kalakaldım.

Yıllar öyle derin akmıştı ki.

Oğmani, Dur Dağı ve Ganj

…aşka yolunda bilgeler gerekliymiş
   türk bozkırında doru Kırgız atı
   üstünde çekik gözlü bir şiir, de ki dede korkut
   çiçekteki sabah çiyini içen bir manasçı ya da 

   dediler dinle ama kulağınla değil
   şamanın yırlayışıyla titreyemiyorsan
   bir kürt’ün suskunluğunu duyamıyorsan
   kapılar duvar olurmuş aşk yolunda

   biraz tutku biraz cesaret en az pervaneler kadar
   bir dize için ömrün yetmeyebilir
   tut soluğunu dal derinliğine
   derin bir dizeden girilirmiş aşkın kalbine’
                                                                                        
                        ( Cem Özaydın – Aşk ) 
                                                                              

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Deneyimle öğrenilen bilgi ilkel bilgidir ya,  ben önce deneyimle sonrasında da gözlemle öğrendim.

Köyümüzün eteğinde kurulduğu dağın adı Oğmani’ydi. Köylülerim dağın adını anınca,  işaret parmaklarını yarım ay biçiminde kıvırır, öper ve alınlarına götürürlerdi.

Kutsal bir dağdı Oğmani köylülerim için.

Dağın doğuya bakan göğsünde Kavaklık adını verdikleri ağaçlık bir alan ve buz gibi suyu olan bir çeşme vardı.

Köylülerim,  güze doğru ya da güzün ilk aylarında, harmanlarını kaldırıp rahatladıklarında, eşeklerle yükledikleri kazanlarla buraya gelir, oğlaklar yüce dağa kurban edilirdi.

İmece usulüyle bulgur ve tereyağı toplanır, etli pilav pişirilir ve herkese eşit dağıtılırdı.

Sonra semah dönülür,  Oğmani’ye Türkçe ve Kürtçe dualar edilirdi. 

Yıllar oldu yemeyeli, o pilavın tadı damağımdadır. 

Çocukluğumun gölgesi ve kutsallığıdır.

Babamın bir küçüğü Leyla Bibi’m hâlâ bu köyde yaşıyor.

Birkaç yıl önce ziyaretine gittiğimde sarılıp uğurlarken:’Bibisi kurban olsun oğluna, yolun açık olsun, Oğmani seni korusun!’ demişti.

Köyden ayrılırken dedemin, ninemin gömütünü; artık sonsuzlukta olan babamı, babamın çocukluğunu, gençliğini, emek güzeli ellerini; artık yıkık bir virane olan evlerini arkamda bırakmış, ayrılırken yüzümü Oğmani’ye dönmüş, kimseye göstermeden ağlamıştım.

Yıllar sonra Antalya’da komşu köyümüz Sün’den Seyfettin’in annesiyle bir araya gelmiş, köyümü söyleyince: ‘Oğmani Baba’nın Köyünden.’ demiş, o anda gözlerindeki kutsiyeti ve sevgiyi görmüştüm.

Seyfettin’in annesi de işaret parmağını yarım ay yapmış, öpmüş ve alnına götürmüştü. 

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Ninem sabahları gün ağarırken uyanır, yüzünü güneşe döner, dua ederdi. 

Irmaklar ve ağaçlar kutsanırdı.

Kimseye kem közle bakılmaz, kadınları döven, dedikodu yapan, yalan söyleyen Cem’de yargılanır, cezalar verilir; ısrar edenler düşkün ilan edilir, hayatın dışına sürülürdü.

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Cem törenlerinde türküler söylenir, semahlar dönülürdü.

Tarihin zorbalarıyla, Hasan’ın ve Hüseyin’in katilleriyle günümüz zorbaları arasında koşutluk kurulur, söz Yezit’e gelince hep bir ağızdan:’ Lanet Yezit’e!’ denirdi.

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Cem törenlerinde dosttan bir elma gelirdi ve o elma eşit bölüşülürdü.

Yârin yanağından gayrı her şey ortaktı

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Güneşimiz, dağlarımız, ırmaklarımız, kuşlarımız, ağaçlarımız…kutsaldı.

Ayrıntılı bilgiye sahip değilim.

İnekler, Ganj Nehri, tütsüler kutsalmış Hintliler için.

Can taşıdıkları için sinekleri dahi öldürmüyorlarmış.

Ayrıntılı bilgiye sahip değilim.

Onun için sözü burada kesiyorum.

Antalya’nın Elmalı ilçesine bağlı birkaç Alevi Köyü var.

Alevi köylerinden Tekke’de 14.yüzyılın Alevi ulularından Abdal Musa’nın dergâhı var. 

Şair, düşünür, Horasan ereni Abdal Musa Sultan'ın keramet ve erdemleri yedi yüzyıldan bu yana dilden dile aktarılmış.

Türbesi, 14. Yüzyıl'da Selçuklu mimarisi örneğinde yapılmış.

Tekke hakkında en önemli bilgiyi 17 yy. da burayı ziyaret eden ünlü gezgin Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde vermiş.

Çelebi’ye göre; tekkenin kubbesindeki altın alem, beş saatlik yerden görülüyormuş.

Abdal Musa Sultan sandukası başucunda seyyid olduğunu gösteren yeşil imamesi durur.

Tekkenin etrafında bağ ve bahçeler dağın zirvesine uzanırmış… 

Abdal Musa Dergâhı’nın eteğine kurulduğu Dur Dağı bu yörede yaşayan Alevilerin kutsal dağı. 

Onların Oğmani’si…

Hindistan’ın en zengin bir şirketlerinden birine, Dur Dağı’nda mermer ocağı açmaları ve işletmeleri için izin vermişler.

Dağa dozerler girmiş.

İnançlara dozerler girmiş, geçmişe, uzun cem törenlerine, allı güllü fistanlara, Tahtacı Semahı’na, Abdal Musa’nın bilgeliğine… dozerler girmiş. 

Antalya’da yaşayan Aleviler Dur Dağı’na saldırıyı kendi inançlarına saldırı olarak değerlendiriyorlar.

Bu dağın kurtarılması için herkes canla başla çalışıyor.

İçinde benim de bulunduğum bir grup avukat hukuksal süreci takip ediyor.

Hintli şirketse parasına para katabilmek için Ganj’dan, ineklerden, sineklerden … utanmadan elinden geleni ardına koymuyor.

Köylüleri korkutuyor, dava açanları tehdit ediyor, suç duyurusunda bulunuyor, köylülerin aleyhine tazminat davaları açıyor…

Gözlerini toprak doyursun! 

Dersim’in Nazimiye ilçesinde, Dersim Kızılbaş Alevilerinin kutsal saydığı Hamik Baba Dağı’na bundan beş altı yıl önce baz istasyonu kurmak istemişlerdi. Ama o,  bin yıllık Dersim’in asiliğine çarptıklarını fark edince kuramadılar.

Ülkemin her yanı,  her dağı;  yerli - yabancı şirketlerin yağması altında ne yazık ki.

Kimi yerde HES, kimi yerde baz istasyonu, kimi yerde baraj, kimi yerde mermer ocağı…

Ağaçlarmış, kuşlarmış, ırmaklarmış, börtü böcekmiş, umurlarında değil.

İnsanların inançları da umurlarında değil.

Alıklığıma verin. Yeni anladım; sermayenin dini imanı; ulusu, etnisitesi yokmuş meğer. Hintli olsa ne olur; Türk olsa ne olur,

Fransız olsa ne olur?

Ehh! Hiçbir şey için geç değildir.

Geç de olsa anladım.

Sermayenin dini imanı paraymış.