29 Nisan 2013 Pazartesi

Tenle Can Arasında

Ben de var oldum bütün bu nesneler arasında
su gibi, ağaç gibi,  kuş gibi gerçek.

Kimi kanatlar öptü, kimi ayaklar alnımdan,
ya sevinçten içerim pır pır ya korkudan benzim uçuk
Titredim karşısında varlığın gün gün saat saat
taşlar arasında ben yüce, düşler arasında ben küçük
Bütün değişimlerin durdum eşiğinde uykusuz
bir yüzüm gecelerden içeri, bir yüzüm tanları açık
Ve tenle can arasında mevsimler boyu
bir elim çöl, bir elim çiçek.
                  …
( Kimlik – Sait Maden )
                            
                              
Hayatın telaşı, günlerimin üzerine karabasan gibi çökmeden, yerli sinemayı günü gününe izledim neredeyse?

Dününü okudum, gününü izledim, geleceğine ilişkin öngörülerde bulundum.
Yabancı sinemayı ise pek sevmedim.
Bir gün bir dostum, kolumdan tuttu, yeter bu kadar hayatın telaşı içinde debelenmek,  dedi ve beni sinemaya götürdü.
Filmin adını şimdi anımsamıyorum. Siyahî olmasına karşın, nasılsa dünyaya ten rengi beyaz gelmiş yaşlı bir bilim insanının öyküsünü anlatıyordu film.

Film, bir şikâyet üzerine ırkçılık yaptığı gerekçesiyle hakkında soruşturma başlatıldığının vurgulandığı bölümle başlıyordu. Sonra geriye dönüşlerle devam ediyordu.

Gençlik yıllarında bir beyazla ‘çıkıyorlar’; günü geldiğinde ‘sevgilisi’ o zamanlar üniversite öğrencisi olan kahramanımızın ailesiyle tanışmak istiyordu. Aşk bu, bir koşu, siyahîlerin yaşadığı mahalleye gidiyorlardı.

Ailenin siyahî olduğunu gören beyaz sevgili kahramanımızı o anda terk ediyordu.
Kahramanımız bilim adamı olmaya karar veriyor, bir üniversiteye giriyor, siyahî olduğunu gizliyor, yeteneğiyle sıyrılıyor, profesör oluyordu.

Üniversiten bir başka beyaz bilim insanıyla, yine siyahî olduğunu gizleyerek, evleniyordu. Ama karısının bütün ısrarlarına karşın, çocuk yapmayı kabul etmiyordu.

Nedenini yalnızca kendisi biliyordu. Bebek dünyaya geldiğinde, genetik aktarımdan ötürü, kendisinin siyahî olduğu anlaşılacaktı.

Hayatın bir ironisi gibi,  kahramanımız bu ırkçılık suçlamasına dayanamayacak, kalp krizi geçirecek, çocuksuz bir biçimde yeryüzünü terk edecekti.
Artık yazdıklarımdan, yazdıklarımın toplamından, yazamadıklarımdan, ‘Alevi’ olarak bu dünyaya merhaba dediğimi, bir Alevi mahallesinde büyüdüğümü… bilirsiniz.
Artık o mahallede yaşamıyorum. O mahalleye uzak bir kentte yaşıyorum.

Annem hâlâ orada yaşıyor. Geçenlerde, evlat hasretine dayanamayıp onca yolu tepip bize geldi.

Havaalanından aldım. İlk sözü:  ’Oğlum, bu uçaklar ne rahatmış.’ oldu.

Gözlerindeki bir oğlu görmenin müthiş ışıltısını gördüm o anda.

Ehh… durur muyum ben de, öptüm annemi, göbeğine pat pat vurdum, şımardıkça şımardım.

( Böylesi zamanlarda oğlum: ’Baba,  babaannem gelince sana bir şeyler oluyor.’ diyor.)  
Annem geldi dedim ya. Yığınla öykü getirdi oralardan. Hiç bıkmadan, her birini en az beş kez anlatıyor.
Bense size annemin anlattıklarından yalnızca birini anlatacağım.
Geçenlerde ülkemizde hâlâ süren, anlamsız savaşta mahallemizden bir jandarma üsteğmen Hatay’ın Amanos Dağları’nda hayatını kaybediyor.

Ailesi,  annemin evinin hemen karşısında oturuyor. Gerisini annem anlatsın:’ Oğlum bir baktım, eve bayrak asmışlar, evin önü bir kalabalık bir kalabalık. Her taraf asker dolmuş. Ben de gittim. Diğer komşular da geldi. Annesine sarıldım. Ağladık. Tüm mahalle ağladı. Ciğerim parçalandı. Gencecik çocuk, yazık, günah!’
Yazık, günah; sözün özü buydu aslında…
Dini töreni Cemevi’nden mi yaptılar, diye sordum.

Yok, oğlum, camiye götürdüler dedi.
Neden dedim.
Anlattı.
Aile kendi arasında dini törenin nerde yapılması gerektiğini tartışmış, sonunda hayatını kaybeden gencecik askerin ‘Alevi’ olduğunu gizlediğini düşündüklerinden ya da öğrendiklerinden, camide tören yapmaya karar vermişler.
Anlattıkları bu kadar.
Anlatacaklarım bu kadar.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder