2 Ağustos 2011 Salı

Kars



"Öyle güzel ki ölürüm artık

Beyaz uykusuz uzakta

Kars çocukların da Kars’ı

Ölüleri yağan karda

Donmuş gözlerimin arası

                                                           
...

                                                           
Nasıl olsa yine bir gün

Döneriz bu yollardan geri

Senin bir elinde mendil

Öbüründe kuş sesleri"

                                                         
                Cemal Süreya


Bir kentin üzerimde bu kadar iz bırakabileceği, o kurayı çektiğim gün asla aklıma gelmezdi.

Yedeksubay okulunda elimi torbaya daldırdığımda 247.Piyade Alayı-Göle yazısını görünce,Göle’nin ülkemizin neresine düştüğünü kestirmeye çalıştım bir an.

Çıkaramadım.Göl sözcüğü  var ya,göller bölgesinde bir yer sandım ilk önce.

Ama  karar veremedim bir türlü. Görevli subaya “Göle neresi?” diye sorduğumda “Kars,Kars”;git de gör dedi,gördün mü ebenin ...der gibi.

 Gördün mü ebenin...der gibi,demişti;çünkü tertemiz adamların torbasından değil,12 Eylül öncesi ve sonrası günlerinin “sakıncalı piyadeleri”nin torbasından çekmiştim kurayı.

Askerlik anılarını hiç sevmedim;askerlik anılarını anlatanları da...Ama 1980’de elimde küçük bir valizle yoksul evimizden ayrılıp Diyarbakır’a Türk Dili ve Edebiyatı için öğrenime gittiğimde bir kentin üzerimde bu denli iz bırakabileceğinin de ayrımında değildim.

Dört yıl sonra başka bir insan olarak ayrıldım o kentten.Ama Kavafis’in dediği gibi,benim kentim olmasa da hep arkamdan gelip durdu.

Kars da öyle.Ama askerlik anıları asla değil.Çünkü defalarca yazdım.Yeniden yazmamda hiçbir sakıca yok.Savaştan ve mesleğinden nefret ettim.

Ben şairim,barış işçisiyim.”Namus işçisi”.

 Neler mi arkamdan geldi.Sabredin bir hele.

 1990’dı.Ankara’da  Vecihi Timuroğlu,Cahit Sıtkı Tarancı’nın şiirini irdeleyen bir etkinlikte kentlerin kişilikleri olduğuna değinmiş ve birkaç kent saymıştı.

Oturduğum yerden doğrulmuş Diyarbakır,Harput,Dersim ve Kars’ı da ben eklemiştim.Timuroğlu gülmüş,söylediklerimi onaylamıştı.

 Bu kişilikli kentin ilçesi Göle’ye 1985’te düşmüştü yolum.

Kentte büyümüş;ancak yaz tatillerinde doğayı tanımış biri olarak, böylesine bâkir  bir doğayla karşılaştığımda aklım durmuştu.

Bunca karı ilk kez Kars’ta gördüm.Günlerce kar yağdığını ve karın hiç dinmediğini ilk kez Kars’ta gördüm.

Bunca soğuğu,reçine kokusunu,çam ağaçlarını,onca kargayı, kurtları, domuzları,koca koca sokak köpeklerini,sığırcıkları,atmacaları,yaban kazlarını,çam ağaçlarını, kozalakları,orman içindeki pınarları,taş köprüleri...ilk kez Kars’ta gördüm.

Kızakları, kızaklar üzerinde yolculuk yapan sevecen ve konuşkan erkekleri,kızağın üzerinde bile utanan kadınları, kızağın üzerinde olmasına karşın burnundan kıl aldırmayan, kravatlı köy öğretmenlerini orada gördüm.

Bir pınardan maden suyu aktığını ve köylülerin buna acısu dediklerini,ilk kez orda gördüm.

Nisan ortası gelip karlar eriyince dağlardan kar suların aktığını,bu suların dereleri buladığını,taşırdığını ilk kez orada gördüm.

Karlar eriyince sapsarı çiçeklerin doğayı şenlendirdiğini de ilk kez orada gördüm.

Bu güzelim “Kafkas Ufku”nun bilinçaltıma sindiğini,yeri geldiğinde şiir olarak ortaya çıktığını ise daha  sonra şiirlerimde gördüm.

Arnavut kaldırımları,bunca esmer-kavruk,yoksul ama sıcak insanı orada gördüm.

Bir kentin ortasından ırmak geçebileceğini,kiliseleri,camileri,Ruslardan kalan diğer binaları orada gördüm.Bir kentin bu kadar rengarenk olabileceğini ilk kez orada gördüm. Türklerin, Kürtlerin, Terekemelerin,Malakanların,Azerilerin...(benim bilmediklerimi siz ekleyin) burada kardeşçe yaşadıklarını gördüm.

 Gün geldi ayrıldım Kars’tan.Ama bu kentin izlerini bilincimde,yüreğimde,tenimde... taşıyarak ayrıldım.

Ülkenin neresinde bir Karslı görsem sokuldum yanına.Onlarla konuştum.Dursun Akçam’ın,Ümit Kaftancıoğlu’nun,Sosyal Ekinci’nin,Muzaffer Oruçoğlu’nun,Şeref Taşlıova’ nın,Aşık Murat Çobanoğlu’nun...   kadim kentini onlarla paylaştım.

 Yalnız Cemal Süreya yazmaz ya oturdum ben de Kar(s)  ve Kalbimin Karsına Kar Yağıyor şiirlerini yazdım.

Cemal Süreya’nınki kadar güzel oldu mu bilmiyorum.

 Okuyun bir hele...

 “...

her ülkenin bir kars’ı vardır

her kalbin


benim kalbimin karsına

kar yağıyor

ah û zar yağıyor”

                                                                                        
Beğenmediniz mi?

Beğenmediyseniz n’ideyim, siz de çocukluğuma verin.


Yoksullar ve Çingeneler Giremez!


“Yağmur yağsa, sağnak olsun isterim

Dere köpük köpük aksın, toprak

Nefes alıp göğe baksın



Rüzgar çıksa, ağaçlar ıslıklansın isterim

Kanatları ışıklanıp, kırlangıçlar

Sürüsüne sürü katsın



Yola çıksam, dağlar taşlar sese gelsin isterim

Sürüp gitsin beni yamaçların şarkısı, ömrüm

Bir ucundan bir ucuna yeryüzü tütsün



Aşka düşsem, bağrım orman dilim ırmak olsun isterim

Dallar dalgalarla buluşsun, rüzgârında

Yârim uyusun

                                                 

                         

 Taşta bile taşmak isterim

Aşmak durgunluğu, nefesim

Köklenip çiçek açsın"



( TAŞKIN ŞİİR – Nihat Behram )


Başka yerlerde var mı bilmiyorum. Akdeniz'in denize kıyısı olan pek çok ilçenin ve beldenin girişinde  ' Hurdacı ve Seyyar Satıcı Giremez.'  yazılı tabelalar var.

Bu yazıyı size  ben tercüme edeyim : ' Çingeneler ve Yoksullar  giremez.'

 Yoksullara ilişkin ne çok yazdığımı bilirsiniz.

 Vakti zamanında,  etkili ve yetkili kel ve şişman bir muktedir: ' Ben zenginleri severim. ' demişti.

 Bu sözü de  tercüme edeyim : ' Yoksulların canı cehenneme.'

 Elbette yoksulların canı cehenneme!

Çünkü onlar;  kokarlar, ayaklarını yıkamazlar, aynı gömleği ve aynı pantolonu günlerce giyerler… Çalışmazlar, başkalarının sırtından geçinirler, sürekli yakınırlar…
Kentlerin görüntüsünü bozarlar, turistlere bizi 'madara' ederler.

 Ne diyeyim : Etkili ve yetkili muktedirler ile o tabelaları asan yerel muktedirler , asıl sizin canınız cehenneme!

 Hiç yoksul evlerine konuk olmadınız mı? 

Kendileri yiyecek bulmakta zorlandıkları  halde,  size yemek vermediler mi? Size, bir şeyler yedirmek için pervane olmadılar mı?

Kendi tutunamamışlıklarına nispet yapar gibi , size sürekli dua etmediler mi? Sırtınıza yastık vermediler mi, taa sokağın köşesine kadar  sizi  uğurlamadılar mı? …

 Bunları bilmiyorsanız ,    kalkın yoksul bir semte gidin,   yoksul bir eve konuk olun.

 Ne diyeyim : İnsanlık görün!

 Yoksullara ilişkin çok yazdım da Çingenelere ilişkin  hiç yazmadım bugüne kadar.

 Elbette Çingenelerin de canı cehenneme!

Çünkü onlar esmerdirler. Ülkemizin 'beyaz' ten rengini bozarlar. Çalışmazlar, çalarlar, kavga ederler, yıkanmazlar, çöpleri karıştırırlar...

 Kentlerin görüntüsünü bozarlar, turistlere bizi 'madara' ederler.

 Ey muktedirler!

Çingene semtlerine hiç gittiniz mi?

Kapkara sevimli kızları,  sümüklü oğlanları sevdiniz mi?  Komşu oğluna göz süzen, dans eden ,  güzelim esmer kızları gördünüz mü?

Evlerinin önüne kurdukları çilingir sofralarında, bütün dışlanmışlıklarına, bütün yoksulluklarına inat,  demlenen babaları gördünüz mü?  Emekçi Çingene kadınları gördünüz mü?

 Siz hiç Çingene düğünü gördünüz mü ,  darbukaları, kemanları, cümbüşleri… dinlediniz mi?

 Süslenen at arabalarına, faytonlara bindiniz mi? Rengarenk giysileriyle güzel , esmer Çingene kızların çaresizlikleri , acıları, yoksulluğu… bir yana bırakıp  nasıl göbek attıklarına, hayatı nasıl güzelleştirdiklerine tanık oldunuz mu?

 Bir kez daha diyeyim : Etkili ve yetkili muktedirler ile o tabelaları asan yerel muktedirler ,  asıl sizin canınız cehenneme!

 Bilin ki Çingeneler,  yeryüzünün en soylu insan neslidirler…

 Verili olan tüm değerlere ; ' dine, ahlaka, hukuka, töreye, devlete…' karşı çıktıklarından dağılmışlardır yeryüzüne.

Gittikleri her yere kuralsızlıklarını, sevinçlerini, neşelerini, şarkılarını, oyunlarını… da götürmüşlerdir. Gittikleri her yerden biraz etkilenmişler, biraz da gittikleri yerleri etkilemişlerdir.

 Bu yüzdendir ki Çingenelere Artvin'de Poşa, Diyarbakır'da Mıtrıp, Elazığ'da Gurbet, Sulukule'de Roman… denmiştir.

 Etkili ve yetkili muktedirler ile o tabelaları asan yerel muktedirler , siz sokmayın yoksulları ve  Çingeneleri beldenize , ilçenize…  Aman  aman, huzurunuz kaçmasın, göz estetiğiniz bozulmasın(!)


Ancak,  yine de siz bilin ki çok dilli, çok kimlikli, çok inançlı, yoksul bu ülkenin güzelliğini bilen bizlerin kapısı yoksullara da Çingene kardeşlerimize ardına kadar açık.

 Başımızın üzerinde yerleri var.

 Hem gelirken bize; insanlık erdemi ve onuru; kır çiçeği ve  şarkı getirirler.

 Bu yazı için son söz:

Bir kez daha, asıl sizin canınız cehenneme!    

Hrant Kardeşim İçin


“O zamanlar yaşadım ve özgürdüm yine de.

Bakıyordum göğe de, toprağa da, ırmağa da,

Dengesini korumak, dolaşmak çevremde

Ve kuşlarını ve balını mevsimler yaratmada



Siz ki yaşıyorsunuz, n’ittiniz bunca zenginliği?

Yerindiniz mi benim çırpındığım zamanlara?

Ortak hasatlar için toprağı ektiniz mi?

Zenginleştirdiniz mi oturduğum kenti acaba?

     
Yaşayanlar, ürkmeyin hiç benden, ben ölüyüm işte.”

                                                                       
                                                            Robert Desnos

“Yapıdan yoksun,inşa sorunlarıyla araları pek iyi olmayan,imgesiz,çağrışımsız şiir yazmayı bir tür beceri sayan,içeriksizleşmeyi amaçlayan,dille,biçimle uğraşmayan ve müteşairliği çoğaltan bu tür şiirlerin son dönemlerde dergilerde çok fazla olduğunu görmekteyiz....

Kaosun ardındaki gerçekliğinin kavranamaması. Teknolojinin birey üzerindeki belirleyiciliği, bireyin yaratma özgürlüğünü engellemesi,hatta bireyi oluşturmadan bireyci bir ferde dönüştürmesi, ekonomik,tüketen insan haline getirmesi,tasımsal (simülatif) değerler yaratması ve medya aracılığıyla bu değerleri gerçek değerler gibi göstermesi.

Kaos olarak algılatılan dünya oysa tam da bu saydığımız, örgütlü güçlerin paylaştığı böyle bir dünyaydı.Bunlar algılanamadı.

Zahiri olan, saçmalık olarak şiire olduğu gibi yansıdı.

Derken ortak bir söyleyişin egemen olduğu,imgeden çok hayatla ilgisi olmayan,ideolojiden soyunduğunu varsayan (!) içeriksiz bir şiire yani...”

Demişti Şiir Dil, Şiir Dili adlı kitabında Metin Cengiz.


Haklıydı. Epeydir güzel bir şiir yoktu ki hiçbir yerde.Hayat,nasıl plastikleştiyse,böyle bir söz söylemek canımı yakıyor  ama,Türkiye şiiri de bu kaosun bu değersizlikler yığının ortasında plastikleşti,okunmaz hale geldi son yıllarda.

Öylesine yavan, öylesine söz yığını,öylesine duygusuz,öylesine derinliksiz...şeyler yayımlanıyor ki,dilim bu metinlere şiir demeye varmıyor.


Erdal Alova’nın Sözcükler Dergisi’ndeki şu şiiri,bak işte hâlâ şiir yazılıyor sözünü,söyletti yeniden.

Birlikte okuyalım, işte şiir:

LORCA’NIN KURŞUNA DİZİLİŞİNİ TAZMİN

"Dördümüzdük

Zeytinliğe giden kamyonda

Bir öğretmen

Harfler,sayılarla dolu aklı


İki boğa güreşçisi

Kanla dolu gözleri

Kumla dolu


Bitmemiş şiirlerle dolu yüreğim

Annemin gözleri

Zakkumlardan bir dereyle dolu


Unuttuğum zaman bütün duaları

Bir ateş böceği yağdı üstüme

Birden serin bir nar duydum göğsümde

Dökülürken gözlerimden acı zeytinler


Anladım ki öldürülmüşüm"


Yalnız Lorca mı öldürülen?

Girişte şiirini alıntıladığım Fransız Şair Robert Desnos, Gestepo’nun kamplarında yıllarca yaşayıp kurtarıldıktan birkaç gün sonra ölmedi mi?

Bizden Sabahattin Ali,Ümit Kaftancıoğlu,Metin Altıok,Behçet Aysan,Uğur Kaynar,Asım Bezirci.... öldürülmediler mi?

Peki ya öldürülen gazeteciler?

Çok eskiye gitmeyi bırakın, son otuz yılda  onlarca gazeteci katledilmedi mi?

Recai Ünal, Metin Göktepe, Uğur Mumcu,Bülent Ülkü,Hüseyin Deniz,Kemal Kılıç,Musa Anter, Ahmet Taner Kışlalı...

ilk ağızda aklıma gelenler.

Peki içinizde gencecik yaşında göz altına alınıp kendisinden bir daha haber alınamayan Nazım Babaoğlu’nu  anımsayan var mı?

Ya hayatın içinde kıstırıldığı için, Mayakovki,Slvia Plaht,bizden Beşir Fuat,Nilgün Marmara,Kaan İnce,Sosyal Ekinci... intihar etmediler mi?

Ya Nazım Hikmet gibi,Yılmaz Güney gibi, Ahmet Kaya gibi...çok sevdikleri ülkelerinden ayrılmak zorunda kalanlar?

 Mi,mi mi...soru ekleriyle biten cümle kurmak o kadar kolay ki.



Sordum,sordum da “devlet dersinde öldürülmüş”lerin tümü geldi aklıma.

”Şiirimiz gül kurutur abiler” diyen sevgili Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiiri geldi:

“...

Buraya bakın, burada,bu kara mermerin altında

Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür...”

“Devlet dersinde öldürülmüş,” sevgili Hrant Dink kardeşim geldi aklıma.

 Canım kardeşim, kıyıdan köşeden,sağdan soldan,ortadan  tüm linççilere - ırkçılara inat,hayatı güzelleştirmek için,sevgi dolu,kardeşçe bir dünya için; katillere, barbarlara, vandallara, vasatlara inat...biz her renkten kardeşin buradayız.

”Bu memleket bizim”, demişti ya Nazım işte aynen öyle.

Bu memleket bizim, biz burada olacağız.

 Yırtık pabuçların, kaldırıma dökülen kanın bizim.

Sen bizimsin.

Uğurlar olsun kardeşim, uğurlar olsun hemşehrim, uğurlar olsun canım ciğerim!

Sabahattin Ali ve Ümit Kaftancıoğlu ağabeylerime, Cahit Sıtkı’nın sevgili yeğeni Namık Tarancı düştaşıma... başta olmak üzere “devlet dersinde öldür(t)ülmüş tüm canlarıma selam söyle...