"Çocuklar düzyazı olmasın diye
anneler var
Anneler nar
çocuklar dağılmasın diye
Anneler büyümez ki çocuklar kadar
anneler şiir
…
Elma, armut, kavun karpuz,
incir, limon, üzüm, zeytin,
erik, canım, vişne, kiraz…
Bahçede düzyazı yok
ne güzel şiir
(Çal onları ince çocuk,
taze hırsız, turfanda şair)
…
( Haydar Ergülen - Mırıldandığım Şeylersin)
Benim gibi bir yanı hep doğada olan bir insan için kentte yaşamak çok zor.
Dağları özlüyorum hep ; patikaları, ağaçları, kırları , kuşları, dupduru gökyüzünü…
Bu aralar ise buğday başaklarını özlüyorum. Gözlerimin önünden her dem, rüzgârda salınan buğday başakları geçiyor.
Çocukken köye gittiğimde dedem, buğday başaklarını göstererek buğday türlerini anlatırdı bana. İnce uzun olana 'menceki' ; biraz daha toplu olana ise 'aşurelik' derdi.( Ya da tersi miydi? ) Bir de 'hökümat buğdayı'ndan söz ederdi. Hökümat bize kıtlıkta buğday verdi, bir yıl ektik bir daha ekmedik, derdi. Yıllar sonra bir yerlerde okuyarak öğrenmiştim. Devlet, birkaç yıl peş peşe kurak geçince, Meksika'dan buğday almış ve bu buğdayı köylülere dağıtmıştı. Kırmızı renge çalan bu buğdaydan yapılan ekmek de kırmızıya çalınca , bizimkiler bir daha bu buğdayı ekmemişti.
Bu aralar bir de Başak'ı özlüyorum.
Buğday başakları gibi güzel , sevgili yeğenim Başak'ı özlüyorum.
Başak daha on yaşında.
Kıvır kıvır saçları, ışıl ışıl gözleri var. Gözlerinden sevgi ve zekâ fışkırıyor. Aynı kentte yaşayamamanın, birlikte zaman geçirememenin eksikliğini yaşıyorum.
Büyümesini, büyürken oluşan değişiklikleri görmek istiyorum.
Ama hayat böyle işte , ben buradayım, onlar taa orada.
Geçen yıl, Başaklar bize konuk oldular.
Sarılıp uyumak istedim, annesinden başkasıyla uyumadığını gerekçe göstererek izin vermedi. Ama ben sabaha karşı yatağına girdim, onu severek, koklayarak, saçlarını okşayarak, ; onunla uyudum.
Birlikte denize gittik, yüzdük.
Ona yüzmeyi öğrettim.
Saçlarında renkli renkli tokalar, üzerinde etekleri fırfırlı , bembeyaz bir giysiyle Antalya'nın yaz sıcağında Kaleiçi'e indik, gezdik, dondurma yedik. Yıllardır çay bahçelerinde oturmuşluğum yoktu. Çay bahçesinde oturduk, çekirdek çitledik. 'Çay bahçesi müziği' dinledik.
Başak konuştu biz dinledik.
Hani çok eskiden kitap komünleri vardı.
Şimdi masal gibi gelebilir ama anlatayım. Kitabın (pek) olmadığı , herkesin yoksul olduğu, kimsenin kitaba para ayıramadığı yıllarda , yedi sekiz arkadaş bir araya gelir, ortaklaşa kitap alır , dönüşümlü okur, sonra biten kitap sırasıyla birimizde kalırdı.Böylece hepimizin kitaplığı da oluşmaya başlardı.
Sonra işte darbe oldu… Her şey tarûmar oldu.
Okul tatil oldu ya Başak sabahları hava çok ısınmadan sokağa çıkıyor, arkadaşlarıyla oynuyor. Öğleden sonra, arkadaşlarıyla dönüşümlü olarak her defasında ayrı bir evde toplanarak kitap okuyorlar. Benim dünya güzeli sevgili kız kardeşim Başak'ın annesi Nurten ile arkadaşlarının anneleri çocuklarının kitap okumaları için her türlü olanağı sağlıyorlar.
Başakların bu 'kitap komünü'nü bana anlatılınca, aslolan yorumlamak değil; değiştirmektir dediğimiz, bunun için okuduğumuz, bunun için yollara düştüğümüz günler geldi usuma.
Ben, Başak için onun uzakta yaşayan , yılda ancak bir kez görebildiği yazar dayısıyım.
Sevgili Başak, kitaplarla olan dostluğumu biliyor ya bana hediye olarak kendi elleriyle hazırladığı, üzerine resimler çizdiği, bir yerlerden kesip resimler yapıştırdığı, bir de adını yazdığı kitap ayracı göndermiş.
Son yıllarda aldığım en ince , en güzel hediye olduğunu söylemesem kadim dostum kitaplar üzülür.
Yazarlık mazarlık bir yana da Başak'ın dayısı olmak, ondan böyle incelikle hazırlanmış bir hediye almak dünyanın en müthiş duygusu.
Bunu da söylemesem Başak üzülür.
Ben hiç üzer miyim 'kitap komününün içindeki buğday Başak'ını' ?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder