18 Aralık 2013 Çarşamba

Örgüt Avukatı





‘Gözyaşlarımın incisini armağan ettiğim hayat,
uyandır kalbimi karasevdaların karanlığından

Ecelin kara karanlığında kalmasın düşlerim…

Hayatım, kara karanlığında yol almasın ölümün…

Ben hayatımı bağışladım karasevdasına
sen, sevdasını bağışla bana…’

Refik Durbaş-Hayat, Bağışla Sevdamı Bana

Ercan Kesal, Peri Gazozu kitabındaki Kelimelerin Ruhu Vardır yazısında kelimelerin yalnızca harflerden oluşan bir şey olmadığını, ondan öte bir anlamı olduğunu söyledikten sonra aynen şunları söyler:''Kelimelerin ruhu vardır.’Darp raporu’ deyince mesela, benim aklıma mevcutlu olarak iki polisin getirdiği, belli ki günlerdir falaka ve dayaktan ayakta duramayan sarı, tıfıl ama çivi gibi bir oğlanın dağınık saçları gelir.

Kelepçeyi zorla çözdürür, muayene sırasında yalnız olmanız gerektiğini söyleyip, polisleri ısrarla dışarı çıkartıp kapıyı kilitlersiniz.

Bak, hiç çekinmeden anlat. Bana inan. Bir küçük sıyrık dahi olsa söyle. Canlarına okuyacağım onların.’

Biraz durur, utangaç bir sevgiyle bakar gözlerinize ve konuşur: ‘Boş ver doktor bey. Nasıl olsa usanıp vazgeçecekler.
Ben buradan giderim. Ama sen kalacaksın. Sonra başına bela olurlar. Yaram berem yok. Öyle yaz. Darp etmediler…’ ‘’

Bu olayı anlattıktan sonra asıl çarpıcı cümleyi söyler:’Evet, bu dünyada hâlâ umut etmek için sebep var.’

Çok yazdım biliyorum, bağışlayın artık.12 Eylül’den on gün sonra, evimizden tekme tokat gözaltına alındım. Annem beni polis aracına bindirmelerine engel olmak istediğinde, anneme ağza alınmayacak küfürler edip onu tekmeleyerek yerlerde sürüklediler.

Annemin o gün kullandığı cümle bugünkü gibi kulaklarımdadır:’Bırakın oğlumu! Çocuk o! Bırakın! Kan olur kapınıza girerim!’

Yapayalnızdım. Yapayalnızdık. Annem ve babam dışında koşturacak hiç kimse olmadı peşimden.

Peşimden koşturacak avukat ise uzak bir masaldı…

Neler yaşadım, bu gözler işkencehanede nelere tanık oldu, çok anlattım, çok yazdım, artık anlatmak istemiyorum.

Anlatırsam insanlığınızdan utanırsınız çünkü.

Sonrası işte uzun öyküdür. Bir gün avukat olarak buldum kendimi adliye koridorlarında. Bugün bir genç gözaltına alındığında, hiç yüksünmeden koşturuyorsam sebebi o günlerde yaşadığım yalnızlıktır.

Bugün gençler yalnız kalmasın, savunmasız kalmasın, işkence görmesin diyedir bütün telaşım.

Bir de vicdanımdır.

Bundan iki yıl önce bir grup üniversite öğrencisi gözaltına alınmıştı.

’Suçları’ 1 Mayıs Mitingi’ne, emekçi kadınlar günü etkinliklerine, Newroz şenliklerine… katılmaktı.

Aradılar, bir grup avukat arkadaşla gittik.

Bir odaya aldılar. Görüştük. Benim görüştüğüm öğrenci Batmanlıydı. Tek maaşlı yoksul bir memur ailenin beş çocuğundan biriydi.

Bekâr evinde yaşıyorlar, kıt kanaat geçiniyorlardı. Ben karakola gidince, benim adım görüşmek için gelen avukat olarak söylenince, polisler sıkıştırmaya başlamışlardı öğrenciyi.

Nereden bulmuştu bu avukatı, başka avukat mı bulamamışlardı, bunlar örgüt avukatıydı, ben elebaşlarıydım, bir fırsat ellerine geçse beni de diğer avukatlar gibi içeri atacaklardı…

Sevgili öğrenci kaygılıydı. Zaten dosyada gizlilik kararı vardı. Bu yüzden dosyaya ilişkin çok konuşamadık.

Oradaki diyaloglardan ve polislerin öğrencileri neden gözaltına aldıklarına dair kısa bilgiden hareketle savunmayı biçimlendirdik.

Söz sırası sevgili öğrenciye geldi:’Aman! Avukat bey biz zaten içerideyiz. Siz kendinize dikkat edin, sizi de alacaklar…’

Ne diyeyim, Ercan Kesal’in sözünü yinelemekten başka:
’Evet, bu dünyada hâlâ ümit etmek için sebep var.’


2 Kasım 2013 Cumartesi

Bizim Radyo

Altmışlı yılların sonları  ile yetmişli yılların başlarında, hani bizim oralarda henüz televizyonun olmadığı günlerde, akrabalar, konu komşu bize misafirliğe gelir, çay demlenir; ceviz, pestil,orcik,dut kurusu... ortaya konur, misafirlere ikram edilir, bir yandan da sohbet edilirdi.

Babam, o saati bilir, hele susun ,radyoyu verin, Kürtleri dinleyelim der, radyoyu alır, kısa dalgada bir süre gezinir, radyodan cızırtılı bir sesle stranlar, klamlar yükselir, tüm misafirler kulak kesilir, babamın ve annemin gözleri dolardı. Biz,anlamadığımız bir dilden söylenen bu şarkılara  babamın, annemin ve yaşlı konuklarımızın neden ağladıklarını anlamazdık. Devir Cem Karaca ve Barış Manço devriydi. Biz onların şarkılarını bilir, söyler, saçları uzun abilerimize özenirdik.

Bakmayın girişte stran ve klam sözcüklerini kullandığıma, o yıllarda bu sözcükleri de bilmezdim. Ne zaman ki “Kürt realitesi”, sağ olsunlar “büyük”lerimizce tanındı, ondan sonra oluşan yayın furyasından sonra öğrendim bu sözcükleri. Yine, ondan sonra öğrendim bu radyonun Erivan’da yayın yapan bir Kürt radyosu olduğunu ve onlarca Kürt sanatçı yetiştirdiğini.

O yıllar büyülü yıllardı. Kısa zamanda devrim olacak, herkes refaha ulaşacak, kardeş kavgasına nihayet olacaktı. Bu büyüdendir ki daha on beşine gelmeden solcu olmuş, sokaklarda bağıra çağıra dergi satmış, duvarlara yazı yazmış, dayak yemiş, dayak atmış ,kurşun yağmuruna tutulmuştu(k)m.

O yıllarda,  bir de o günlerdeki TKP’nin yayın organı olan Bizim Radyo vardı. Merkezi Doğu Almanya’da olup kısa dalgadan yayın yapardı. Ehh!...Biz solcu olunca evde pek çok şey değiştiği gibi, dinlenen radyo da değişmiş, babamın dinlediği radyonun yerini artık bizim dinlediğimiz Bizim Radyo almıştı.

Bizim Radyo, yalnızca resmi yayın organlarının egemen olduğu siyah beyaz bir dünyada, alternatif bir ses olması nedeniyle bizim için bulunmaz bir nimetti. Hiç bilinmeyen, duyulmayan, resmi basının sansürlediği haberleri sunar, güncel olayları yorumlardı. Bir de resmi yayın organlarında asla yayımlanmayan türküler-şarkılar yayımlanırdı. Aşık Mahzuni, Aşık Zamani, Ozan Emekçi... türküleri yayımlanan anımsadığım isimler.

Sonra darbe oldu biliyorsunuz. Solhayatımız durdu. Bu yıllarda,Bizim Radyo yine can simidimizdi. Öğrenci yurdunun kuytu odalarında, cızırtılı radyolarımızı kurcalar, Bizim Radyo’yu bulur, döneme ilişkin bilgiler edinmeye çalışırdık. Sol grupların dergilerle, teksir makinelerinde çoğaltılmış, kötü saman kağıtlara basılmış bildirilerle insanlara ulaşma yolları tıkanmıştı. Bu dönemde, duvarlara, elektrik direklerine, trafolara...Bizim Radyo’nun frekansı da verilerek, Bizim Radyo’yu dinle-dinlet, yazılarının yazıldığını hatırlıyorum.

Sonra darbenin ve hayatın ağırlığı çöktü. Bizim Radyo’ya ne oldu bilmiyorum.(Çok sonraları Sovyetler ve TKP’deki dönüşüme paralel olarak,Bizim Radyo’nun kapatıldığını öğrendim.)

Yıllar aktı. Şair oldum. Babamın sonradan öğrenip bize ana dili olarak  öğrettiği kardeş dilden şiirler, denemeler, öyküler yazdım. Kitaplarım yayımlandı. Babamın unuttuğu dile hiç dönmedim,  dönemedim. Kardeş dilin aşkına düştüm, ondaki büyüyü, tınıyı,sesi... yakaladım. Bu dilde düş gördüm. Bu dilde sevgilimi sayıkladım. Bu dilde aşık oldum. Bu dilde aşk şiirleri yazdım. Bu dilde bir şiirimde: “Seninle keder de güzel.” dedim.   

Yıllar aktı. Meslek değiştirip Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni iken, avukat oldum. Serde solculuk var ya, sanatçı aydın olmalı düşümüz de var ya, muhalif olup da kimin canı yandıysa gücüm yettiğince imdadına koştum.

Sonra, her zaman avukatı olmaktan onur duyduğum  Eğitim-Sen’in Antalya Şubesi’nin  avukatı oldum.( Fakir Baykurt, TÖS’ün niçin başkanı olduysa, ben de onun için bu sorumluluğu yüklendim.)

Yıl 2002’ydi. Antalya’nın Finike ilçesine sendikanın bir eyleminden ötürü yargılanan öğretmenleri savunmak üzere, sendikanın yönetim kurulu üyeleriyle  gittik. Dönüşte babasını kaybeden bir üyemizi de ziyaret etmek üzere, bir dağ köyüne saptık.

Köye ulaştık. Baş sağlığı diledik. Köylülerle sohbet ettik. Ama en ilginç sohbet, öğretmen arkadaşımızla olmuştu. Öğretmen arkadaşımız 12 Eylül’den sonra bir şekilde bu dağ köyüne sığınmış, zorunlu olmadıkça ilçeye-kente inmemişti. Kulaklarını, ülkede yaşanan her şeye tıkamıştı. ”Yaşamak, böyle daha kolay.” diyordu. ”Hiçbir şeyi duymuyorsun.Yalnızca gökyüzü, dağ,köylüler ve öğrenciler var...; bir daha o günler mi,tövbee...” diyordu.

Kalktık. ”Beni de geçerken diğer köye bırakır mısınız?” dedi sevgili öğretmenimiz. Kalanlara “Hoşça kalın.” dedik. Öğretmenimi arabama aldım. Yanıma ön koltuğa oturdu. Arabamı çalıştırdım. Arabamı çalıştırdığım gibi, arabanın radyosu da otomatik olarak devreye girdi. Yayına yeni başlamış özel radyolardan birinden: ”Oy dere Kızıldere/Böyle akışın nere?/Bizde hal mı bıraktın?/Sana can vere vere...” sözleriyle Kızıldere türküsü başladı. Öğretmen arkadaş bana döndü, şaşkınlıkla:”Avukat bey bu Bizim Radyo mu?” diye sordu.

Yanıt vermedim. Öylece kalakaldım.

Yıllar öyle derin akmıştı ki.

Oğmani, Dur Dağı ve Ganj

…aşka yolunda bilgeler gerekliymiş
   türk bozkırında doru Kırgız atı
   üstünde çekik gözlü bir şiir, de ki dede korkut
   çiçekteki sabah çiyini içen bir manasçı ya da 

   dediler dinle ama kulağınla değil
   şamanın yırlayışıyla titreyemiyorsan
   bir kürt’ün suskunluğunu duyamıyorsan
   kapılar duvar olurmuş aşk yolunda

   biraz tutku biraz cesaret en az pervaneler kadar
   bir dize için ömrün yetmeyebilir
   tut soluğunu dal derinliğine
   derin bir dizeden girilirmiş aşkın kalbine’
                                                                                        
                        ( Cem Özaydın – Aşk ) 
                                                                              

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Deneyimle öğrenilen bilgi ilkel bilgidir ya,  ben önce deneyimle sonrasında da gözlemle öğrendim.

Köyümüzün eteğinde kurulduğu dağın adı Oğmani’ydi. Köylülerim dağın adını anınca,  işaret parmaklarını yarım ay biçiminde kıvırır, öper ve alınlarına götürürlerdi.

Kutsal bir dağdı Oğmani köylülerim için.

Dağın doğuya bakan göğsünde Kavaklık adını verdikleri ağaçlık bir alan ve buz gibi suyu olan bir çeşme vardı.

Köylülerim,  güze doğru ya da güzün ilk aylarında, harmanlarını kaldırıp rahatladıklarında, eşeklerle yükledikleri kazanlarla buraya gelir, oğlaklar yüce dağa kurban edilirdi.

İmece usulüyle bulgur ve tereyağı toplanır, etli pilav pişirilir ve herkese eşit dağıtılırdı.

Sonra semah dönülür,  Oğmani’ye Türkçe ve Kürtçe dualar edilirdi. 

Yıllar oldu yemeyeli, o pilavın tadı damağımdadır. 

Çocukluğumun gölgesi ve kutsallığıdır.

Babamın bir küçüğü Leyla Bibi’m hâlâ bu köyde yaşıyor.

Birkaç yıl önce ziyaretine gittiğimde sarılıp uğurlarken:’Bibisi kurban olsun oğluna, yolun açık olsun, Oğmani seni korusun!’ demişti.

Köyden ayrılırken dedemin, ninemin gömütünü; artık sonsuzlukta olan babamı, babamın çocukluğunu, gençliğini, emek güzeli ellerini; artık yıkık bir virane olan evlerini arkamda bırakmış, ayrılırken yüzümü Oğmani’ye dönmüş, kimseye göstermeden ağlamıştım.

Yıllar sonra Antalya’da komşu köyümüz Sün’den Seyfettin’in annesiyle bir araya gelmiş, köyümü söyleyince: ‘Oğmani Baba’nın Köyünden.’ demiş, o anda gözlerindeki kutsiyeti ve sevgiyi görmüştüm.

Seyfettin’in annesi de işaret parmağını yarım ay yapmış, öpmüş ve alnına götürmüştü. 

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Ninem sabahları gün ağarırken uyanır, yüzünü güneşe döner, dua ederdi. 

Irmaklar ve ağaçlar kutsanırdı.

Kimseye kem közle bakılmaz, kadınları döven, dedikodu yapan, yalan söyleyen Cem’de yargılanır, cezalar verilir; ısrar edenler düşkün ilan edilir, hayatın dışına sürülürdü.

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Cem törenlerinde türküler söylenir, semahlar dönülürdü.

Tarihin zorbalarıyla, Hasan’ın ve Hüseyin’in katilleriyle günümüz zorbaları arasında koşutluk kurulur, söz Yezit’e gelince hep bir ağızdan:’ Lanet Yezit’e!’ denirdi.

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Cem törenlerinde dosttan bir elma gelirdi ve o elma eşit bölüşülürdü.

Yârin yanağından gayrı her şey ortaktı

Ayrıntılı bilgiye sahibim.

Güneşimiz, dağlarımız, ırmaklarımız, kuşlarımız, ağaçlarımız…kutsaldı.

Ayrıntılı bilgiye sahip değilim.

İnekler, Ganj Nehri, tütsüler kutsalmış Hintliler için.

Can taşıdıkları için sinekleri dahi öldürmüyorlarmış.

Ayrıntılı bilgiye sahip değilim.

Onun için sözü burada kesiyorum.

Antalya’nın Elmalı ilçesine bağlı birkaç Alevi Köyü var.

Alevi köylerinden Tekke’de 14.yüzyılın Alevi ulularından Abdal Musa’nın dergâhı var. 

Şair, düşünür, Horasan ereni Abdal Musa Sultan'ın keramet ve erdemleri yedi yüzyıldan bu yana dilden dile aktarılmış.

Türbesi, 14. Yüzyıl'da Selçuklu mimarisi örneğinde yapılmış.

Tekke hakkında en önemli bilgiyi 17 yy. da burayı ziyaret eden ünlü gezgin Evliya Çelebi, Seyahatnamesi’nde vermiş.

Çelebi’ye göre; tekkenin kubbesindeki altın alem, beş saatlik yerden görülüyormuş.

Abdal Musa Sultan sandukası başucunda seyyid olduğunu gösteren yeşil imamesi durur.

Tekkenin etrafında bağ ve bahçeler dağın zirvesine uzanırmış… 

Abdal Musa Dergâhı’nın eteğine kurulduğu Dur Dağı bu yörede yaşayan Alevilerin kutsal dağı. 

Onların Oğmani’si…

Hindistan’ın en zengin bir şirketlerinden birine, Dur Dağı’nda mermer ocağı açmaları ve işletmeleri için izin vermişler.

Dağa dozerler girmiş.

İnançlara dozerler girmiş, geçmişe, uzun cem törenlerine, allı güllü fistanlara, Tahtacı Semahı’na, Abdal Musa’nın bilgeliğine… dozerler girmiş. 

Antalya’da yaşayan Aleviler Dur Dağı’na saldırıyı kendi inançlarına saldırı olarak değerlendiriyorlar.

Bu dağın kurtarılması için herkes canla başla çalışıyor.

İçinde benim de bulunduğum bir grup avukat hukuksal süreci takip ediyor.

Hintli şirketse parasına para katabilmek için Ganj’dan, ineklerden, sineklerden … utanmadan elinden geleni ardına koymuyor.

Köylüleri korkutuyor, dava açanları tehdit ediyor, suç duyurusunda bulunuyor, köylülerin aleyhine tazminat davaları açıyor…

Gözlerini toprak doyursun! 

Dersim’in Nazimiye ilçesinde, Dersim Kızılbaş Alevilerinin kutsal saydığı Hamik Baba Dağı’na bundan beş altı yıl önce baz istasyonu kurmak istemişlerdi. Ama o,  bin yıllık Dersim’in asiliğine çarptıklarını fark edince kuramadılar.

Ülkemin her yanı,  her dağı;  yerli - yabancı şirketlerin yağması altında ne yazık ki.

Kimi yerde HES, kimi yerde baz istasyonu, kimi yerde baraj, kimi yerde mermer ocağı…

Ağaçlarmış, kuşlarmış, ırmaklarmış, börtü böcekmiş, umurlarında değil.

İnsanların inançları da umurlarında değil.

Alıklığıma verin. Yeni anladım; sermayenin dini imanı; ulusu, etnisitesi yokmuş meğer. Hintli olsa ne olur; Türk olsa ne olur,

Fransız olsa ne olur?

Ehh! Hiçbir şey için geç değildir.

Geç de olsa anladım.

Sermayenin dini imanı paraymış.

29 Nisan 2013 Pazartesi

Cezaevinden Muştu Almak

Arkadaş adreslerinde eskiden
İncecik ve güzel şeyler vardı
Gençliğimize ve geleceğimize dair
Sözgelimi, bir Aybastı sokağı
Ve altında bir şehir

Oysa şimdi öyle değil
Düşünüyorum da günlerden beri
Nasıl düşürülmüş olabilir
Arkadaş adlarının yanına
‘Kapalı’ ve ‘koğuş’ sözcükleri

( Arkadaş Adresleri - Abdulkadir Bulut )

Bitli nezarethanelerde ve temerküz kamplarını andıran 12 Eylül işkencehanelerinde kaldım; ancak cezaevinde hiç kalmadım.

Kulakları çınlasın, Kırşehir’in Kürt köylerinden ( Kırşehir’de Çöl Köyleri diyorlardı.)

Gözüm Hüseyin bana bakar bakar: ’ Ğoca, cezaevi tam senin yerin, okur  yazarsın durmadan.’derdi kırık dökük Türkçesiyle.

İşten güçten, zamandan ve kentten bunalınca:  ‘Beni de tutuklasalar da söyle biraz başımı dinlesem.’derim.

Benim isteğimle değil ki; başımı dinleyecek olanağım olmadı hiç.

Biliyorsunuz artık.  Çağdaş Hukukçular Derneği başkanı da dâhil olmak üzere bir grup avukat arkadaşımızı 2013’ün Ocak’ında tutukladılar.

Tutuklamalardan on beş gün önce,  Ankara’da derneğin genişletilmiş yönetim kurulu toplantısı vardı.

Toplantıya ben de Çağdaş Hukukçular Derneği Antalya Şubesi Başkanı sıfatıyla katılmıştım.

Genel Başkanımız Sevgili Selçuk:’ Ha gayret! Biraz daha yüklenirsek, bizden de bir örgüt yaratırlar.’demişti o toplantıda. Şom ağızlı ne diyeyim, aradan on beş gün geçmeden, Çağdaş Hukukçular Derneği’nden de bir örgüt yarattılar.

Tutuklamalardan yaklaşık on beş gün sonra, üşenmedim, kalktım kadın avukat arkadaşların tutuklu bulundukları Bakırköy Kadın ve Çocuk Cezaevi’ne gittim.

Önce Ebru’yla görüştüm. Bilenler bilir, Ebru’yla biz, yirmi yıl arayla dünyaya gelmiş olsak da aynı mahalledeniz.

Tam bir üniversite olan o mahallenin ‘tedrisat’ından önce ben geçtim. Sonra Ebru geçmiş.

Önceleri de çok yazdım. Yinelememde hiçbir sakınca yok. O mahalle kanıma girdi benim. Kitap okumayı o mahalle öğretti bana, o mahalle yüzünden şiire bulaştım, o mahalle yüzünden işkence gördüm.

Melih Cevdet Anday’ın o güzel şiiriyle söylersem o mahalle yüzünden ;’Rahatı Kaçan Ağaç’ oldum.

Önce derneği, soruşturma dosyasını ve memleket hallerini… konuştuk.

Hadi konuyu değiştirelim, başka şeyler konuşalım dedim.

Ebru’nun da tanıdığı, çocukları mülteci olmak zorunda kalmış, çocukluğumun kapı komşusu Sultan Abla’nın öldüğü söyledim. Gözleri doldu.

Bu defa Ebru konuyu değiştirdi:’ Keşke sen burada olsaydın, iki gün burada kalsaydın, ne öyküler çıkarırdın, geleneksel giysileriyle Kürt anneleri var burada; yarı çıplak giysileriyle seks işçileri, uyuşturucudan alınmış süslü püslü genç kızlar, her biri ince uzun ve güzel siyahî genç kızlar, bir de o onurlu duruşuyla Zeynep Kuray!’…

Güldüm, hepsine ayrı ayrı selam söyle dedim; bir de Zeynep’e!

Sonra Betül geldi. Sarıldık. Halleştik, dertleştik.



Burada araya giriyorum.
’Bir Zamanlar Anadolu’da öğretmen olduğumu ve Kırşehir Hacı Fatma Erdemir Anadolu Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği yaptığımı biliyorsunuz.

Aradan zaman geçti, öğrencilerim büyüdüler,  kocaman insanlar oldular.

Öğrencilerimle hiç ummadığım yerlerde karşılaşıyorum artık.

Çok sevdiğim, öğretmenlik günlerimde o yaşta dahi kitaplar üzerinden dostluğumuzun geliştiği, sonra büyüyüp kocaman insan olunca dostluğumuzun pekiştiği Ülkü,  Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Merkezi yöneticisi şimdi.

Kitaplardan sonra yollarımız burada da buluştu.

Betül dedi ki:’İki gün önce öğrencin Ülkü’nün bebeği dünyaya geldi.’

Gözleri ışıl ışıldı. Gözlerim ışıl ışıl oldu.

Başka bir şey demedik.

Söz boğazımıza düğümlendi Kucaklaştık.

Herkese selam dilekleriyle ayrıldık.
Hayat nasıl bir şey böyle?
Ben dışarıdan cezaevine ölüm haberi götürdüm.

Cezaevinden ise yaşamın güzelliğini muştulayan bebek haberi aldım.

Ne diyeyim?

‘Hoş geldin bebek!’

Ama dünyalar güzeli annenin öğretmeni olarak dileğim;  hiç acı yaşama bebek,  aşk acısından başka!

‘Hoş geldin bebek!’

 


Tenle Can Arasında

Ben de var oldum bütün bu nesneler arasında
su gibi, ağaç gibi,  kuş gibi gerçek.

Kimi kanatlar öptü, kimi ayaklar alnımdan,
ya sevinçten içerim pır pır ya korkudan benzim uçuk
Titredim karşısında varlığın gün gün saat saat
taşlar arasında ben yüce, düşler arasında ben küçük
Bütün değişimlerin durdum eşiğinde uykusuz
bir yüzüm gecelerden içeri, bir yüzüm tanları açık
Ve tenle can arasında mevsimler boyu
bir elim çöl, bir elim çiçek.
                  …
( Kimlik – Sait Maden )
                            
                              
Hayatın telaşı, günlerimin üzerine karabasan gibi çökmeden, yerli sinemayı günü gününe izledim neredeyse?

Dününü okudum, gününü izledim, geleceğine ilişkin öngörülerde bulundum.
Yabancı sinemayı ise pek sevmedim.
Bir gün bir dostum, kolumdan tuttu, yeter bu kadar hayatın telaşı içinde debelenmek,  dedi ve beni sinemaya götürdü.
Filmin adını şimdi anımsamıyorum. Siyahî olmasına karşın, nasılsa dünyaya ten rengi beyaz gelmiş yaşlı bir bilim insanının öyküsünü anlatıyordu film.

Film, bir şikâyet üzerine ırkçılık yaptığı gerekçesiyle hakkında soruşturma başlatıldığının vurgulandığı bölümle başlıyordu. Sonra geriye dönüşlerle devam ediyordu.

Gençlik yıllarında bir beyazla ‘çıkıyorlar’; günü geldiğinde ‘sevgilisi’ o zamanlar üniversite öğrencisi olan kahramanımızın ailesiyle tanışmak istiyordu. Aşk bu, bir koşu, siyahîlerin yaşadığı mahalleye gidiyorlardı.

Ailenin siyahî olduğunu gören beyaz sevgili kahramanımızı o anda terk ediyordu.
Kahramanımız bilim adamı olmaya karar veriyor, bir üniversiteye giriyor, siyahî olduğunu gizliyor, yeteneğiyle sıyrılıyor, profesör oluyordu.

Üniversiten bir başka beyaz bilim insanıyla, yine siyahî olduğunu gizleyerek, evleniyordu. Ama karısının bütün ısrarlarına karşın, çocuk yapmayı kabul etmiyordu.

Nedenini yalnızca kendisi biliyordu. Bebek dünyaya geldiğinde, genetik aktarımdan ötürü, kendisinin siyahî olduğu anlaşılacaktı.

Hayatın bir ironisi gibi,  kahramanımız bu ırkçılık suçlamasına dayanamayacak, kalp krizi geçirecek, çocuksuz bir biçimde yeryüzünü terk edecekti.
Artık yazdıklarımdan, yazdıklarımın toplamından, yazamadıklarımdan, ‘Alevi’ olarak bu dünyaya merhaba dediğimi, bir Alevi mahallesinde büyüdüğümü… bilirsiniz.
Artık o mahallede yaşamıyorum. O mahalleye uzak bir kentte yaşıyorum.

Annem hâlâ orada yaşıyor. Geçenlerde, evlat hasretine dayanamayıp onca yolu tepip bize geldi.

Havaalanından aldım. İlk sözü:  ’Oğlum, bu uçaklar ne rahatmış.’ oldu.

Gözlerindeki bir oğlu görmenin müthiş ışıltısını gördüm o anda.

Ehh… durur muyum ben de, öptüm annemi, göbeğine pat pat vurdum, şımardıkça şımardım.

( Böylesi zamanlarda oğlum: ’Baba,  babaannem gelince sana bir şeyler oluyor.’ diyor.)  
Annem geldi dedim ya. Yığınla öykü getirdi oralardan. Hiç bıkmadan, her birini en az beş kez anlatıyor.
Bense size annemin anlattıklarından yalnızca birini anlatacağım.
Geçenlerde ülkemizde hâlâ süren, anlamsız savaşta mahallemizden bir jandarma üsteğmen Hatay’ın Amanos Dağları’nda hayatını kaybediyor.

Ailesi,  annemin evinin hemen karşısında oturuyor. Gerisini annem anlatsın:’ Oğlum bir baktım, eve bayrak asmışlar, evin önü bir kalabalık bir kalabalık. Her taraf asker dolmuş. Ben de gittim. Diğer komşular da geldi. Annesine sarıldım. Ağladık. Tüm mahalle ağladı. Ciğerim parçalandı. Gencecik çocuk, yazık, günah!’
Yazık, günah; sözün özü buydu aslında…
Dini töreni Cemevi’nden mi yaptılar, diye sordum.

Yok, oğlum, camiye götürdüler dedi.
Neden dedim.
Anlattı.
Aile kendi arasında dini törenin nerde yapılması gerektiğini tartışmış, sonunda hayatını kaybeden gencecik askerin ‘Alevi’ olduğunu gizlediğini düşündüklerinden ya da öğrendiklerinden, camide tören yapmaya karar vermişler.
Anlattıkları bu kadar.
Anlatacaklarım bu kadar.

23 Şubat 2013 Cumartesi

DÛR

'…ben hâlâ eski kasabalardayım
   eski kasabalarda
   bir karanfil kızarır sabahlarımda
   duvarların üstü sevgi köpüğü
   okul yollarında harfleri süpürür çocuklar
   henüz yitmemiş yaşamın büyüsü

   o şehirler sonradır
            maraş
                    çorum
                           sivas…'
     
                Nusret Gürgöz
                                              

Haşim aradı.
Bu akşam saat 19'da Dûr gösterilecek, başrolde de babam var ha, dedi.
Bir koşu gittim.





Dûr, uzak demek. Film, Dersim'in Pertek ilçesine bağlı  Kürmeş, değiştirilen – 'yeni'  adıyla Aşağı Gülbahçe Köyü'nü anlatıyor. Kürmeş uzak değil, aksine çok yakın ; ama çok uzak. Bizim bulvarlarımızdan, sanat evlerine, cafelere, restoranlarımıza, barlara…yani dolaştığımız, gittiğimiz, oturduğumuz, yediğimiz, içtiğimiz, sevgilimizle sarmaş dolaş oturduğumuz, öpüştüğümüz… mekânlara benzemiyor oralar.  Öylesine uzak ki orası, bambaşka bir hayat sürüyor orada. Şiddet kol geziyor, ölüm kol geziyor, ağıt kol geziyor, yalnızlık… kol geziyor. Kar altındaki evlerde yoksulluk kol geziyor. Ayaz kol geziyor.

Barış mı, aşk mı, sevinç mi, çoğulluk… mu? Bunlar, şimdilik uzak bir ülke, ırak bir düş sanki.
Yaşlı bir teyze diyor ki :'Kapımı hiç kapamıyorum, olur ya ölürsem, evimin kapısını kırmasınlar istiyorum'  Kürmeş'in yalnızlığını bu cümle özetliyor.
Ben de Kürmeş'e yakın bir coğrafyada, Elâzığ'da dünyaya geldim ve on sekizine kadar bu kentte yaşadım. 12 Eylül'den on gün sonra, Elâzığ'ın hemen kıyısında 1800 Evler'deki işkence merkezinde gözetim altındayken ( o yıllarda öyle diyorlardı ) koğuş arkadaşlarımdan biri de Kürmeşliydi. Bağırtıları, işkenceleri, acıyı, yalnızlığı ve askerlerin kapı altıdan içeri sürdükleri iğrenç yemekleri (genellikle nohut ve mercimekli pilav olurdu )  bölüştük.
Köyünden Elâzığ'a hayvan satmaya gelmişti. Kente girerken, var mı öyle Kürmeşli olmak, hemen gözetim altına alınmış ve işkencehaneye getirilmişti.

İşkencehaneden aynı gün çıktık. İşkencehanenin hemen altında uzanan Elâzığ – Malatya karayoluna indik. Gelen ilk arabaya el kaldırdık. Bindik arabaya. (Unutmadım, araba paramı da o vermişti.) Elazığ şehir merkezine geldik. Ayrılık vakti gelmişti. üniversiteye yeni girmiştim, parasızdım, avucuma bir miktar para sıkıştırdı. Sarıldık, ayrıldık. Bana:'üniversiteyi mutlaka bitir, bizim gibi ezilme.' dedi. Bir daha onu hiç görmedim. Ama,  o insan sıcaklığı,  hep aklımda kaldı. Kürmeş'i bir de bu yüzden hiç unutmadım. ( Yıllar sonra Haşim, anlattıklarımdan onun liseden sınıf arkadaşım Münevver'in abisi olduğunu ve Almanya'da yaşadığını söyledi. Bunca yıl sonra her ikisine de bâki selam.)
1980'den sonra Elazığ büyük bir dönüşüm yaşadı. Devrimci abilerimin denetimindeki tüm sokaklar panzerlerce işgal edildi. Tüm mahalle genç yaşlı denmeden işkenceden geçirildi. Tüm evlere korku ve zulüm sindi.
Neyse; derdim Elazığ'ı anlatmak değil zaten. Kürmeş'e dönmenin sırasıdır artık.
Yine yaşlı bir teyze diyordu ki:'Eskiden ne güzeldi. Gelinler ata bindirilir, öyle getirilirdi güvey evine.Güvey, gelin eve girmeden gelinin başına elma atardı.Şimdi öyle mi? Düğün salonları çıktı başımıza, dans, dans, dans…Nedir bu oğlum?'
Film köyden Avrupa'nın çeşitli kentlerine uzanıyordu. Dağlardan, tarlalardan, ağaçlardan, kuşlardan…kopan insanlar, Avrupa'nın çeşitli ülkelerine dağılmışlardı. Keder, sevinç, Avrupa'da tutunma telaşı, ülke özlemi, sosyalizm düşü…iç içe geçmişti.
Politik bir mülteci sözcük sözcük aynı olmasa da diyordu ki:'Biz ne yaptıysak halkımız için yaptık; ama hayat bizi buralara sürükledi. Çok özlüyorum oraları.'
Film bitmişti. Salonun yarısı ağlıyordu.
Zere Abla'nın yanına yaklaştım.'Ağlama.' dedim.
'Nasıl ağlamayayım? On yıldır görmüyordum annemi. Kısmet filmde görmekmiş.'  dedi.
'…ben hâlâ eski dünyalardayım
eski dünyalarda
yağmur altında sonsuza yürüyorum
yumruğum havada bakışım keskin
umutla çarpmakta kalbim
güneşli düşler görüyorum…'
Şiir: Hüseyin Yurttaş, Eski Adam

17 Ocak 2013 Perşembe

Kaş Hatırası


1979, Iran, Women's Protest Against Enforced hijab!..

"Zonklayan yaradır kadınlar
Düşleri bulutlarla tenha
Susmakları örtünürler hep
Darlıkları evlere kalır

Her bahar düşleri sınanır acıyla
Bir kapı öteleri kış
Masal satarlar durmaksızın
Kapılarında çivilenmiş keder

Sesleri yok, dilleri yok
İnerler hep bir yoktan kışa
Oluk kadınlar, kıyı kadınlar

Bulut kadınlar, dağ kadınlar"

(Çerçeve ve Mesel – Betül Tarıman)

Hayatım saflıkların toplamıdır sanki.

İstanbul Üniversitesi, Hukuk Fakültesi’nde okurken Medeni Hukuk dersinin final sınavında şöyle bir soru vardı.

Evli bir çiftten erkek olanı, evlendikten bir süre sonra İsviçre’ye gidiyor ve orada travesti oluyordu.

Sınavda bu evlilik için hukuki olarak neler yapılabileceğine ilişkin birkaç soru birden soruluyordu.

O güne kadar travesti nedir duymamıştım. Döndüm gözetmene sordum. Gözetmen bana şaşkın şaşkın baktı. Sonra dili döndüğünce travestinin ne olduğunu anlattı.

O günden sonra nerede bir travesti görsem hep bu olayı hatırlar, keşke hayat da ben de öyle saf kalsaydık der, üzülürüm.

Günlerden bir gün vekilliğini de yaptığım sendikadan kadın bir üye, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü için bir etkinlik hazırladıklarını, benim de bu etkinlikte şiir okuyup okuyamayacağımı sordu.

Saflık bu ya! Balıklama atladım. Kafamda hemen neler yapacağımı, neler anlatacağımı, kimlerden şiir okuyacağımı… oluşturdum.

Halk şiiri geleneğinde neden kadın halk ozanı olmadığının tarihsel ve sosyolojik koşullarını anlatacak, Mihri Hatun’dan başlayarak, Şûküfe Nihal’e, oradan Gülten Akın’a, Nilgün Marmara’ya, Neşe Yaşın’a kadar … kadın şairlerden söz edecek, şiirlerinden örnekler okuyacaktım.

Kendi şiirimden de okumamak olmazdı elbet, birkaç da kendi şiirimden okuyacaktım.

Okuyacaktım dedim ya, okuyamadım. Sendikadan bir başka kadın üye kendi günlerinde asla bir erkeğin şiir okumasını istemediklerini söyledi.

Kırıldım desem, yaşadıklarımı anlatmakta yetersiz kalır.

( Yalnız onlar mı? Pek çok kadın beni kırıp geçti, ezdi geçti zaten.) O gün ve o günden sonra, muhalif çizgimin önemli bir kısmı kadınların sorunlarına duyarlık oluşturmasına karşın, bir daha hiçbir kadın etkinliğine katılmadım. 

Canada, York University, 1970

Katılmak istemedim. Bu yönde gelen talepleri de reddettim.

Bu inadımı 2012’nin Ekim’inde kırdım.

Kaş’ta gencecik bir kız tecavüz edilmiş. Bunun üzerine tecavüzcüler hakkında dava açılmış.

Antalya ve Kaş’tan bir grup kadın, tecavüz edilen genç kızın yanında olduklarını kamuoyuna duyurmak için Kaş Limanı’nından Kaş Adliyesi’ne kadar, tecavüzü ve tecavüzcüleri kınayan sloganlarla yürümüşler. Asıl olanlarsa bundan sonra olmuş.

Kaş savcısı yememiş içmemiş, kadınlar hakkında Toplantı ve Gösteri Yasası’na Muhalefet ve Adil Yargılamayı Etkilemeye teşebbüsten dava açmış.

İnadımı işte bu olay nedeniyle kırdım.

Bu davada yargılanan kadın arkadaşlardan bir kısmının avukatlığını üstlendim. Bu tür davaların toplumsal muhalefetin önüne set çekmek için açıldığını bilmiyor değildim; benzer davalardan sonra bir kısım ‘muhalif’in cepheyi terk ettiğini de, sindiğini de…

1917-18, Moscow, 8 March demonstration!..

Duruşmaya girdik… O ne direnç öyle? Ne iş yapıyorsun sorusuna, ücretsiz ev işçisiyim diye verilen yanıttan, yine tecavüz olsun yine yürürüm, hükmün açıklanmasının geri bırakılmasını istemiyorum, ben erkek şiddetine karşı çıktım… yanıtına kadar, verilen her yanıt onurlu bir kadın duruşunu simgeliyordu.

Hiçbiri asla pişman değildi.

İyi ki de inadımı kırmışım. Kadınlardan aldığım güçle ben de konuştum da konuştum.

Uluslararası Sözleşmelerden, Anayasa’dan, Demokrasi’nin meydanlarda yeşerdiğinden, bırakın cezalandırılmayı, yargılan kadınlara ödül verilmesi gerektiğinden… söz ettim.

Yargıç tutanaklara savunmamda söz ettiğim ‘demokratik kitle örgütü’ sözcük öbeğini, ‘sivil toplum kuruluşları’ diye geçince, yine kadınlardan aldığım güçle müdahale ettim, sözlerimin tutanağa doğru geçmesini sağladım.

İkinci celse 2012’nin Aralık’ındaydı. Yine gittik. Bu kez yargıcın karşısına bir avukat ordusuyla çıktık.

Kadınlarda yine aynı inat; bizde yine aynı inat…

Beraat ettiler.

Salonun bir kenarında, duruşmayı izleyen köylü bir kadın vardı. Beraat kararı çıkınca alkışlamaya başladı. Sordum. Onun kızı da tecavüz mağduruymuş. Kadınlar ona da destek oluyorlarmış.

O da kadınlara destek oluyordu.

Dışarıya çıktık. Hepimizde birlikte elde edilen bir başarının hazzı vardı.

Kadınlardan biri bana yöneldi. Boynuma sarıldı. Teşekkür etti. Ağzına sağlık, dedi. Siz feminist misiniz, dedi.

Güldüm, ben sosyalistim, dedim.

Siz bana şiir okutmasanız da, ben her zaman sizin yanınızdayım, dedim.

Gözlerime baktı. Söylediklerimden bir şey anlamadı.

Sevgiyle gülümsedim.

Yürüdüm…